Kürt hareketi filiz çağında
Akro’da amcamın dışında hiç kimsenin evinde radyo yoktu. Televizyon ise duyulmuş bile değildi. Geceleri, özellikle de uzun kış geceleri erkekler, yakın dost ve akrabalar sırayla bir evde toplanır, gece boyunca sohbet edilirdi. Bazen de maniler eşliğinde kelamlar söylenirdi.
Mele Mustefa Barzani’den bir efsane kahramanı gibi söz edildiğini hatırlıyorum. Yiğit, cesaretli, büyük bir savaşçıymış. Barzani saldırıya geçtiğinde Araplar nereye kaçacaklarını şaşırır, beyaz entarileri çalı çırpıya takılanlar kaçamadıkları için teslim olurlarmış. İnsanlar Mele Mustefa Barzani hakkında duyduklarına bire on katarak anlatırlardı. O, içine lamba yerleştirdiği iki soba borusunu yüklediği katırları düşmanının üzerine sürer, bunları tank sanan düşman darmaduman olurmuş.
Barzani efsanevi bir kahramandı benim için.
Daha sonra radyo sayısı arttı. Deniz gezmiş ve arkadaşlarının eylemlerini, sıkıyönetim komutanlıklarının bildirilerini, devletin yaptığı operasyonları radyodan duyar olduk. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının arada bir gazetede gördüğümüz fotoğraflarına büyük bir hayranlık duyardık. Derken bazı yakınlarımızın tutuklandığını duyduk. Dayılarım Tarık Ziya, Tahsin ve Yusuf Ekinci ile köylümüz Mehmet Emin Bozarslan bu tutuklananlar arasındaydı. Babamın arada bir cezaevine ziyarette gittiğini hatırlıyorum. Ziyarette gittiğinde annemin kuzenleri için kızarttığı tavukları alır beraberinde cezaevine götürürdü.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği günü bugün gibi hatırlıyorum. Bir ilkbahar sabahı Lice’de bulunan ilkokula gitmek üzere yola koyulduğumuzda Denizlerin idamını duymuş ve orada dizlerimiz çözülerek yere çökmüştük. Sevgili kuzenim Sertif, Deniz ve arkadaşları için oturup hüngür hüngür ağlamıştı.
12 Mart döneminde en çok yaşanan olaylardan birisi komando baskınlarıydı. Komandolar sürekli köy ve kasabaları basar, gerçek anlamda bir terör estirirlerdi. Akro’dan sık sık Lice’ye giden yolda komando araçlarından oluşan hâkî konvoyları izlemek o küçük yaşımda beni fena şekilde ürkütürdü. Komandolar uğradıkları her yerde tam bir terör estirir, insanlara türlü hakaretler yapar ve onları aşağılarlardı. Onları bu konuda sınırlayan hiçbir kural, merci yoktu.
1973 yılında bir af lafının ortalıkta dolaştığını hatırlıyorum. Ecevit başbakan olmuş, siyasi mahkumlar için bir af umudu konuşulur olmaya başlamıştı. Sonunda sınırlı bir af çıktı, ancak bazıları bunun dışında kaldı. Bu nedenle bizim tanıdıklarımızdan bazılarının cezaevinden çıkışı gecikmişti. Sonunda onlar da çıktılar. Cezaevinden çıkan M. Emin Bozrslan’ı ziyarete etmek için insanların öbek halinde Lice’den Akro’ya gelişlerini bugün gibi hatırlıyorum. Babam da o sıralar sık sık M.Emin Bozarslan’ı (daha önce Kulp ilçesinde yaptığı görev nedeniyle ona Müftü denirdi) ziyarete gider, ondan duyduklarını gelip bize anlatırdı. Babam her gidiş gelişinde Sovyetler Birliği’nin bilim ve teknik alanında ne kadar ileriye gittiğine ilişkin duyduklarını aktarırdı. Örneğin Sovyetler Birliği’nin kurak geçen mevsimlerde havaya bomba türü şeyler atarak yağmur yağdırabileceğini anlatırdı. Müftü’nün dediğine göre Sovyetler Birliği’nde yere döşenen elektrik kablolarının verdiği ısı nedeniyle asfalt yollar kışın kar ve buz tutmazmış. Müftünün anlattığı söz konusu gelişmeler Sovyetler Birliği’ni olağanüstü bir ülke olarak algılamamıza yol açardı.
O dönemde Bozarslan’ın sosyalizm fikriyatının ve Sovyetler Birliği modelinin çokça etkisi altında olduğunu daha sonra anlayacaktım.
Bozarslan’ın o dönemde yazdığı Kürtçe alfabesi elden ele dolaşıyordu. Okunan Kürtçe şiirler ve marşlar insanları olağanüstü bir biçimde coşturuyordu. Kürtlük duygusu, ulusal uyanış her yerde pıtrak gibi boy veriyordu. Okuduğum ilk kitabın M. Emin Bozarslan’ın yazdığı Doğuda Şeyhlik ve Ağalık eseri olduğunu hatırlıyorum.
Lice Ortaokulu’nda okuduğum 1973-75 yılları Irak Kürt hareketinin yükseliş ve yenilgi yıllarına denk geldi. Bilgi kaynaklarım artmış, arada okuyabileceğim kitaplar buluyordum. Dr Şivan’ın Irak’ta Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı kitabı bunlardan birisiydi. Daha o dönemlerde 20 Martı 21’e bağlayan Newroz’da yüksek tepelerde ateşler yakılırdı. Biz de bulduğumuz araç lastiklerini yakar bu şenliğe bir yerden katılırdık. Arada bir nerden geldiğini ve kimler tarafından çıkarıldığını bilmediğimiz Xebat gazetesi elimize geçer, onu büyük bir heyecanla okurduk.
Lice Ortaokulu’nda iken şiirler yazıyor, o şiirlerde Barzani’ye olan hayranlığımı dile getirmeye çalışıyordum. Gazetelerde onunla ilgili çıkan resimleri keserek saklıyordum. Barzani benim için gerçek bir kahramandı. 1974 yılıydı sanırım. Barzani’ye olan hayranlığımı bilen kimi lümpen şehir çocukları, bir gün gelip Barzani’nin öldürüldüğünü yazan bir gazete kupürünü bana gösterip kahkaha atmışlardı. Sanırım amaçları beni kızdırmaktı.
Bir gün Ortaokul müdürü Abdullah Çalışkan beni odasına çağırmış ve propaganda yaptığımı söyleyerek beni uyarmıştı. Oysa o yaşta ben henüz propaganda sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyordum. Propaganda sözcüğünün ne anlama geldiğini gidip bilen birilerinden öğrenmiştim.
8 yıl boyunca her gün yaklaşık beş kilometre yol kat ederek Lice’de okula gidiyor, akşam okul bitiminde aynı yolu yürüyerek eve dönüyorduk. Öğle arasında herkes evine yemeğe giderken, biz köyden gidenler okul bahçesinde yanımızda götürdüğümüz kuru ekmeğimizi yer öğle sonrası tekrar dersin başlamasını beklerdik. Kar, yağmur, yaz, kış fark etmez, bu rutin 8 yıl boyunca böyle devam etti. Buna karşın hem ilkokulun hem de ortaokulun en çalışkan öğrencileri biz Akro’lu ve benzeri köylü çocuklar olurduk.
Yol ayırımı
Ortaokulu bitirdiğim yıldı. 6 Eylül 1975 tarihinde Lice’de büyük bir deprem oldu. Bu felakette ailemizden 8 kişiyi kaybettik. Ablam ve üç çocuğu bir anda yok olmuş, bir aile silinip gitmişti. Amcamın eşi ve üç çocuğu enkazlar altında yaşamını yitirmişti. Yakın akraba ve komşulardan onlarcası yaşamını bu depremde kaybetti. Bu benim ve bütün ailemiz için büyük bir yıkım oldu. Hayatımın en trajik deneyimlerinden birisini o dönemde yaşadım. O büyük acı içime bir yumru gibi oturdu. Babamın o zaman ölen kızı (ablam) ve yakınları arkasından bir çocuk gibi ağladığını unutmam hiçbir zaman mümkün değil. Onca ölümle gelen acı çekilir gibi değildi. O zaman ölüm acısının 40 günden sonra dindiğini duymuş ve yaşadığım acının dinmesi için kırkıncı günün geçmesini büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim.
Deprem felaketi tam da okulların açılış dönemine denk gelmişti.
Ortaokul sonu girdiğim sınavların birinde Diyarbakır Öğretmen Okulu’nu kazanmıştım. Ancak depremin yol açtığı yıkım ve hengâme içinde gidip okula kayıt yaptırmakta gecikmiştim. Kayıttaki gecikmenin nedenini açıklayan bir dilekçe ile Öğretmen Okulu’na başvuruda bulundum. Gecikme nedenini ve kayıt talebimi içeren dilekçeyi dayım Avukat Yusuf Ziya Ekinci yazmış, ben de söz konusu dilekçeyi götürüp okul müdürüne sundum. O dönemde Diyarbakır Öğretmen Okulu ülkücülerin hâkimiyetindeydi. Müdürün de ülkücü olduğu açıktı. Müdür elimdeki dilekçeyi aldı. Av. Yusuf Ekinci tarafından yazıldığını fark edince elinin tersiyle bana yol gösterdi.
Gerisin geri Akro’ya döndüm.
Ben lise eğitimine devam etmekte kararlıydım. Babam ise göndermemek için büyük bir inat içindeydi. Ona göre bütün okullar komünistlerin eline geçmişti. Çevremizdeki yakın insanların çoğunun namaz niyazı terk ettiğini söylüyordu. Benim de liseye giderek onlara benzememi istemiyordu. Bu nedenle nuh diyor peygamber demiyordu.
Bunun üzerine ölüm orucuna girdim. Daha sonra aklıma geldikçe hep bu konu üzerinde düşünme ihtiyacı duydum. Acaba ölüm orucu diye bir direniş biçimini bir yerlerden duymuş ve ondan mı esinlenmiştim? Yoksa başvurduğum ölüm orucu doğal bir refleks olarak mı ortaya çıkmıştı? Ama o dönemde ölüm orucu ile ilgili bir bilgi ya da dağarcığa sahip olduğum yönünde hiçbir şey hatırlamıyorum.
Ölüm orucum ilan edilmiş bir eylem değildi. Kendiliğinden bir tepki olarak yemek yememe kararı aldım. Ancak bu direnişim başta annem olmak üzere çevre tarafından hemen fark edildi. Açlık ne zor şeydi, midem açlıktan gurulduyordu. Saatler uzuyor, zaman donmuş gibi geliyordu bana.
Sonunda yakınların devreye girmesi ile bir orta yol bulundu. Babam, beni Ankara’da üniversitede okuyan, ama nur cemaati ile birlikte hareket eden bir kuzenimin yanına göndermeye karar verdi.
Bunun üzerine ailemi o acılar içinde bırakarak Ankara’ya gittim ve Ankara’da Atatürk Lise’sine kaydımı yaptırdım.
Kuzenim Ankara Kurtuluş semtinde cemaatin onlara tahsisi ettiği bir evde birkaç arkadaşıyla birlikte kalıyordu. Cemaat evlerinde dini açıdan katı bir disiplin uygulanıyordu. Namaz cemaat halinde kılınıyor, sıklıkla nur risaleleri sesli bir biçimde okunuyor, yemek ve ders saatleri dışında bütün zaman ibadet ve dini eğitimle geçiyordu. Cemaat evlerinde kalanlar arada bir ortak toplantılarda bir araya geliyor ve “abi” dediklerinden ders alıyorlardı.
Cemaat evlerinde sigara içmek yasaktı. Öğrenciler dışarıda bile sıkı bir denetim altında tutulur, güya ahlaki savrulmaya karşı yakın bir gözetim altına bulunduruluyordu. Herkes kendisini bir başkasını gözetlemek ve ahlaki açıdan korumakla sorumlu kabul ediyordu.
Ankara Lisesi ise o dönem faşist güçlerin etkisi adlında olan okullar arasındaydı. Benim Diyarbakır’dan ve sola eğilim gösterdiğimi okuldaki faşist güçler her nasılsa anladılar. Depremzede oluşum nedeniyle okulun yatılı öğrencilerinin yemekhanesinden faydalanıyordum. Önce bu yemekhanede yemek yememem yönünde uyardılar, daha sonra değişik biçimlerde beni taciz etmeyi sürdürdüler. Ankara güzel bir kentti, okuduğum okulun eğitim kalitesi oldukça yüksekti. Ancak atmosferi beni boğacak denli ağır geliyordu.
Kaldığımız evde bulunan Karslı bir tıp fakültesi öğrencisi vardı; ulusal konularda duyarlı, okuyan biriydi. Bize, o dönemde Ankara’da bulunan Şıvan’ın bir konserine katıldığını bir sır gibi söylemişti. Daha sonra eve onun kasetlerini getirdi. Derken bir süre sonra evdeki eski disiplin bozuldu. Başta Karslı arkadaş olmak üzere evde sigara içmeye başlandı. Zamanla toplu namaz uygulaması terk edilmiş, eski disiplin gevşemişti.
Bu durumun cemaat tarafından fark edilmemesi mümkün değildi.
Eğitim yılının birinci yarısının sonunda bir gün bir grup cemaat adamı evi bastı ve evi boşaltmamızı istediler. Bunun için kısa bir süre verip, küfürler savurarak evden çekip gittiler. O akşam, bu durumu konuşmak ve mümkünse durdurmak için Karslı Mehmet Akkuş, beni de yanına alarak cemaat içinde etkili olan ve subay olduğunu hatırladığım birisinin evine gittik. Mehmet durumu anlattı ve kendilerine yapılan muameleden yakındı. Tam o sırada cemaatten birkaç kişi içeri girdi ve Mehmet’i ölesiye dövmeye başladı. Mehmet’in yüzü gözü kan içinde kaldı. Ardından tehditler savurarak çekip gittiler. Evine gittiğimiz kişi anlaşılan cemaatin üst kesimini bu ziyaretten haberdar etmiş, onlar da gelip Mehmet’e gereken dersi vermişlerdi!
Mehmet’e karşı başvurulan o zorbalık oldukça zoruma gitti.
Mehmet yüzündeki kanları yıkadıktan sonra çıkıp eve döndük. Ertesi birkaç gün içinde ben, kuzenim ve Fatsalı olduğunu hatırladığım biri ile Batıkent’te bulunan zemin katta bir daireye taşındık. Mehmet Akkuş ise başka bir yere yerleşti.
Eski evle kıyaslandığında taşındığımız ev çok kötü sayılırdı. Loş bir havası, rutubetli bir hali vardı. Evde eski düzen yoktu. Hepimiz huzursuz idik.
Daha sonra bu olaydan hareketle rahmetli amcam “biz dinden çıkmasın diye Bayram’ı Mehmet’in yanına gönderdik. Oysa o gidip Mehmet’i dinden çıkarttı” diyerek kendisince yaşanan ironiye dikkat çekecekti. Gerçekte ise yaşananların benimle ilgisi yoktu. Cemaatin katı disiplin kuralları ile baskı altına aldığı insanlar, bir noktadan sonra isyan ederek kendi doğal hallerine dönüyorlardı. Bütün olup biten bundan ibaretti.
Yarıyıl tatilinde, uzun bir aradan sonra Diyarbakır’a döndüm. Depremden sonra babam alelacele Bağlar semtinde bir arsa almış, kışa yetişsin diye orada tek katlı eğreti bir ev yaptırmıştı. Evin her yerinden su akıyordu. Tavandan su damlıyor, bunu önlemek için evin tavanına naylon muşambalar çekilmişti. Her tarafta rutubet vardı, evin içi buz gibiydi. Evin altında yapılan bodrum katı ağzına kadar suyla dolmuştu.
Buna rağmen Diyarbakır’a dönmenin sevinci bir başkaydı. Uzun süredir göremediğim aileme kavuşmuş, ayrıldığım arkadaşlarımla bir kez daha buluşmuştum. Diyarbakır beni kendime getirdi, onda yeni bir yaşama sevinci buldum. Deprem nedeniyle devletin başka illere yatılı okullara gönderdiği arkadaşlarım yarıyıl tatili için evlerine dönmüştü. Böylece onlarla görüşme olanağı buldum.
Ankara’dan dönüş fikri kafamda yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Ankara’daki kasvet beni boğuyordu. Çevre yoktu, aile uzaktı. İlk evdeki o görece rahatlığı kaybetmiş, bodrum katında çekilmez bir ortama taşınmıştık. Okuldaki faşistlerin tazyikleri ise bardağı taşıran son damla oldu.
Diyarbakır’a dönmeye karar verdim.
Diyarbakır, devrim üssü
Diyarbakır’a döndüm, Diyarbakır Lisesi’ne kayıt yaptırdım. Deprem nedeniyle geçici olarak başka şehirlere okumaya gitmiş birçok tanıdık eski arkadaşım da Diyarbakır’a dönüp aynı liseye kayıt yaptırmışlardı.
Diyarbakır Lisesi hem eskiden tanıdığım birçok arkadaşımın bulunduğu bir okuldu hem de en çok politize olmuş liselerden biriydi. Okulda eğitim adına bir şey kalmamıştı. Diyarbakır Lisesi Kürt hareketinin bütün renkleri bakımından bir kuluçkaya dönüşmüştü. Yeni yeni ortaya çıkan siyasi yapılara kadro devşiren bir imalathaneyi andırıyordu.
Öte yandan 1960’larda filizlenmeye başlayan Kürt hareketi 12 Mart darbesinden sonra yeni bir biçimde ama bölünerek ortaya çıkmıştı. Dünyada sosyalizmin prestiji yüksekti. Sosyalizmin bu cazibesine kapılan kadrolar sosyalist çizgide örgütler kuruyor, her biri Kürdistan’daki sosyalizmin biricik temsilcisi olduğunu öne sürüyordu.
Kürt toplumu yeni fikirlere ve hareketlere susamıştı. Ulusal varlığı ve kimliği yıllarca bastırılmış Kürt toplumu ulusal bilinç ve kimlik talebi etrafında büyük bir coşku ile harekete geçiyordu. Siyasi açıdan bakir kalmış bu topluma hitap eden her Kürt örgütü kendine göre anlamlı bir karşılık buluyor ve kayda değer bir kitle desteğini arkasına alıyordu. Kürt siyasi hayatı ve fikir dünyası kelimenin gerçek anlamında bir Rönesans dönemi yaşıyordu. Her renkten ve her fikirden onlarca Kürt örgütünün karşılıklı rekabet ve etkileşimi oldukça dinamik ve üretken bir siyasi iklim ortaya çıkartıyordu.
Öte yandan aynı dönem sosyalizmin dünyada pike yaptığı bir dönemdi. Sosyalizm, prestijinin doruğunda bulunuyordu. Sovyetler Birliği somutunda sosyalizmin diğer toplumlar üzerindeki etkisi ve cazibesi çok ileri bir noktaya ulaşmıştı. Azgelişmiş ülkeler Sovyetler modeline öykünüyor, Sovyetler Birliği’nin sunduğu destek ile sömürge halkları tek tek özgürleşiyor, ulusal kurtuluş hareketlerinde büyük bir yükseliş yaşanıyordu. Bu nedenle söz konusu dönem “Sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı” olarak nitelendiriliyordu.
1960’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin de desteği ile sömürgecilik bir sistem olarak tasfiye oldu, yüzlerce ezilen ve sömürge ülke bağımsızlığına kavuştu, bağımsız devletler olarak tarihte yerlerini aldı. Gün yoktu ki bir ülke bağımsızlığına kavuşmasın, ya da ulusal kurtuluş yolunda yeni zafer haberleri gelmesin.
Dünyadaki bu genel durum Kürt hareketini olumlu bir biçimde etkiliyor, ulusal bilincin gelişmesinde önemli bir motivasyona yol açıyordu.
Lise’de birlikte bulunduğum arkadaş grubu Özgürlük Yolu çevresi ile diyalog içindeydi ve doğal olarak ben de kendimi onların içinde buldum.
Diyarbakır’da açılmış Özgürlük Yolu bürosuna gidip geliyor, oradaki tartışmalara katılıyor ve etkileniyorduk. Özgürlük Yolu dergilerinin teorik düzeyi yüksekti ve çıkan her sayıdan yeni şeyler öğreniyorduk. Başka Kürt grupları ile olan rekabetimiz grup kimliğimizi daha çok pekiştiriyor, teorik olarak gelişimimizi kamçılıyordu.
Ayrıca bizden yaşça büyük arkadaşların işyerlerine uğruyor ve onlardan yeni şeyler öğreniyorduk. Zeki Bozarslan terzilik yapan bilinçli, mütevazi, insani ilişkilerde oldukça yetenekli bir insandı. Etkileyici bir konuşma yeteneğine sahipti. Onun işyeri birçokları gibi biz gençler için de sürekli bir uğrak yeri idi.
O dönemde Celal Aladağ’ın (Kemal Burkay’ın) yeni çıkan Milli Mesele kitabını okudum. Burkay’ın milli meseleye yaklaşımı bana tutarlı geldi. Kendisini ziyarete gittiğimiz bir gün, Zeki Bozarslan da Kemal Burkay’ın milli mesele konusundaki yaklaşımına paralel bir konuşma yaptı. O zaman Özgürlük Yolu’nun milli mesele konusundaki yaklaşımı kafamda iyice yer etti. Çünkü dönemin en aktüel tartışma konusu milli mesele konusuydu ve Kürt grupları bakımından hayati derecede önemliydi.
Bakir topraklar
Kürdistan siyasi açıdan bakir bir görünüme sahipti. Bir yere, köye, ilçeye kim önce adım atarsa, söz konusu örgüt orayı örgütleyip istediği biçime kavuşturabilirdi. Özgürlük Yolu da öğrenci gençlik, memur ve kısmen sendikal alanda hızla gelişiyordu. Entelektüel ve teorik düzeyi yüksek bir hareket olarak biliniyordu. Kürdistan’da ve Kürtlerin yoğun olduğu metropol kentlerde hızla büyüyordu. Özgürlük Yolu’nun hemen her gün yeni mevziler ve kazanımlar elde ettiğine dair gelen haberler bizi motive ediyordu. Bu durum, sosyalizmin dünyadaki genel yükseliş trendiyle birleştiğinde bize müthiş bir moral aşılıyordu.
Uzun yıllar dipçik zoru ile bastırılmış Kürt ulusal bilinci, Türkiye’deki siyasi iklimin görece yumuşaması ile yeniden yükseliyor, içerde ve dışarıda oluşan devrimci durumun etkisiyle önemli bir canlanma dönemi yaşıyordu. Kürt örgütleri ve onlara bağlı yapılar ülkenin her yerinde pırtlak gibi boy verdi. Bir anda Kürdistan’daki siyasi ve kültürel yaşam çeşitlenerek şenlendi. Dönemin siyasi arayışları beraberinde canlı bir tartışma ortamına yol açıyordu. Her örgüt kendini farklı kılacak fikri argümanlar peşindeydi. Çünkü örgütler farklılıkları ile kendilerini şekillendiriyor, siyasi ve ideolojik kimliklerini inşa ediyorlardı. Toplum canlı, politik ortam cıvıl cıvıldı. Buzların erimesiyle yeniden hayata uyanan tabiat gibi, Kürt toplumu da uzun bir bastırılmışlık döneminden sonra yeni bir uyanış dönemi yaşıyordu.
Zaman hızlanmıştı. Toplum, acelesi varmış gibi özgürlüğe doğru koşar adımlarla yürüyordu. Yüzyıla yakın bir zamandan beri ağır çekim bir tarzda işleyen hayat bir anda zincirlerinden boşalarak hızlanmaya başladı. Toplum bir arı kovanı gibi hareketlendi.
Herkes okuyor, araştırıyor, günlük ve aktüel tartışmalara yanıt vermek için yoğun bir öğrenme çabasını sürdürüyordu. Dönemin yoğun ve canlı fikir tartışmaları içinde okumayan geride kalarak yarış dışında kalıyordu.
Dönemin en dikkat çeken özelliği ise örgütler arasındaki rekabete şiddetin bulaşmamış olmasıydı. O dönemde Kürt örgütleri arasındaki ilişkiler oldukça demokratik, barışçıl ve geliştirici bir zeminde sürüyordu. Örgütler arası ilişkilerde rekabet ve iş birliği eşzamanlı bir biçimde yer buluyordu.
Kürt siyasi aktörleri Kürdistan’da paralel iktidar haline geldi. Kürt siyasal güçleri bu konumu esas olarak toplumsal meşruiyetlerinden alıyordu. Kürt sokağına Kürt örgütleri hüküm etti. Toplum bütün uyuşmazlık noktalarında, hayati kararlarında Kürt örgütlerine başvurdu, onların hakemlik ve yönlendiriciliğini esas aldı. Kürt yurtsever hareketi sokakta, mahallede, okulda, üniversitede, sendikada yönetim işini fiili olarak eline aldı. Bu sosyal ve toplumsal destek bir dönem sonra nicel olarak da görünür hale geldi ve 1977 yılındaki yerel seçimde Mehdi Zana örneğinde olduğu gibi güçlü bir siyasal destek haline dönüştü.
İdealizm duygusu ve sınanma
12 Eylül öncesi dönem idealizmin, ilkelerin, dayanışma duygusunun, devrime adanmışlığın zirve yaptığı bir dönem oldu. Daha sonra görüldüğü gibi söz konusu dönemde sosyalist toplum modeli, bir durağanlık ve çözülmeye doğru sürüklenirken, azgelişmiş ve sömürge toplumlarında sosyalizmin cazibesi doruklarda dolaşıyordu.
Özgürlük Yolu dergilerinin çıkışını umutla bekliyorduk. Dergide çıkan polemik yazıları siyasi ve grup kimliğimizi biraz daha pekiştiriyordu. Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesini işleyen yazılar ise büyük bir güven patlamasına yol açıyordu.
1977 yılında Roja Welat gazetesi çıktı. Roja Welat’ın çıkışı büyük bir ses getirdi. Bu gazeteye ilgi o kadar çoktu ki sadece Diyarbakır Lisesi’nde ilk sayısından 200 adet dağıttık. 2. Sayısını dağıtırken yakalandık ve 5 ay cezaevinde kaldım.1977 yılında yakalandığımda nüfustaki kayıta göre 16 yaşındaydım. Hadi siz 17 diye hesaplayın.
Cezaevi bir öğrenme ve olgunlaşma sürecine dönüştü benim için. Cezaevinde bir anda büyüdüm ve olgunlaştım sanki. Orada çok şey öğrendim. Biz içerdeyken Özgürlük Yolu’nun adayı Mehdi Zana Diyarbakır’da belediye başkanlığını kazandı. Bu birçok açıdan tarihi bir olaydı.
Yıllar yılı belediye gibi önemli iktidar noktalarını babalarının çiftlikleri gibi kullanan düzen partileri ve onların yerel temsilcileri ilk kez Diyarbakır belediyesini bir “terzi parçasına” kaptırmışlardı. Baldırı çıplaklar bu kez kudretlilere galebe gelmiş ve onları halkın gücüyle yere sermeyi başarmışlardı.
İkincisi tarihte ilk kez bir Kürt örgütü, üstelik sosyalist bir örgüt, düzenin ve onun yerli ortaklarının hepsini aşarak tek başına Diyarbakır belediyesini kazanmıştı. Bu bir başarı değil, mucizenin ta kendisiydi.
Türkiye’de ve Kürdistan’da yurtsever-sosyalist hiçbir örgüt bakımından böyle bir başarı örneği yokken, Özgürlük Yolu Diyarbakır’da bunu başardı.
Bu seçimin diğer çarpıcı bir özelliği daha vardı. Seçimi bir sosyalist Kürt örgütü adayı kazanmıştı, ama hemen ardından gelen ikinci aday da başka bir Kürt örgütü olan DDKD’nin desteklediği bir adaydı.
Mehdi Zana bir zafer sembolüne dönüştü. Büyük bir umut ve moral yarattı. Ancak iktidarı almak kadar onu korumak gerçeği bütün çıplaklığı ile ortada duruyordu. Yönetme konusundaki deneyimsizlikler, sömürgeci güçlerin ve yerel işbirlikçilerinin kuşatması bu mevziiyi korumayı ve sürdürmeyi olanaksız hale getirdi. Ve onca umut yaratan o kazanım kısa bir süre içinde berhava oldu. Mehdi Zana ile yollarımız ayrıldı. O tarihsel kazanım heder oldu gitti.
Devrim Diyarbakır’da güzeldir
Bana gelince;
Artık bütün gençlik hızımla bu değişim dalgasının içindeydim.
Kendimi büyük bir tutkuyla özgürlük davasına adadım.
Diyarbakır ve politik mücadele her şeydi benim için.
Neredeyse hayatımın bütün ilklerini bu şehirde gerçekleştirdim.
İlk seminerimi DHKD’de verdim.
İlk yazı yazma eylemine bu şehirde katıldım.
İlk bildiri eyleminde burada bulundum.
İlk gözaltı ve cezaevi deneyimini Diyarbakır’da yaşadım.
Devrim hız demektir, en hızlı yıllarımı Diyarbakır’da geçirdim.
Devrim deli bir coşkudur, coşkunun en güzelini bu yıllarda yaşadım.
Devrim yıllarında zaman ve olaylar yoğun yaşanır. Sayısız olay ve süreç üst üste biner, birbirine eklenir. Hayat zembereğinden boşalan saat gibi coşup akar.
Daha gencecik yaşlarda dev gösterilerde, boykotlarda, mitinglerde bulundum.
Bu yıllarda tığ gibi delikanlılar gözlerimin önünden bir anda kayıp gitti.
Gözaltında işkenceyle öldürülmüş Gökhan Edge’nin cenazesini morgdan almış, sloganlar atarak Dağkapı’dan Balıkçılar Başı’na doğru yürüyorduk. Yürüyüş korteji Balıkçılar Başı’nda durdu. Son konuşmalar yapılıp kortej dağılacaktı artık. Konuşma yapmak için bir grup üniversiteli genç bir dolmuşun üzerine çıktı. Megafonu kapıp konuşma yapmak için gençler arasında bir itişme yaşanmaya başlandı. O itiş kakış içinde dağ gibi bir delikanlı yukarıdan baş aşağı gümmm diyerek yere düştü. O anda içimden bir şeyin kopup gittiğini hatırlıyorum.
Bana bir masal kahramanı kadar yakışıklı görünmüş olan o delikanlı, Fen fakültesi öğrencisi DDKD’li Şefik Öpözdemir’den başkası değildi. Birkaç gün sonra girdiği komadan kurtulamayarak (07.12.1976) yaşamını yitirdiğini öğrendim. Aradan yıllar geçti ama onu unutamadım.
O körpe yıllarımda canımdan çok sevdiğim tüyü bitmemiş yiğitler kaybettim.
Abdul Selam Aydın.
Su kadar duru, körpe mi körpe, idealist.
Korku nedir bilmez.
Bir melek kadar tertemiz.
Yılmaz Odabaşı’nın Aynı Göğün Ezgisi şiiri ile ölümsüzleştirdiği Abdul Selam.
Aynı şiiri Grup Kızılırmak türkü yapıp söyledi.
İşte o Abdul Selam, O’nu Diyarbakır’da, devrimin çok erken yıllarında yitirdim. Ben daha 18 yaşımdayken, lise son sınıf öğrencisi Abdul Selam’ı, yüreğimin bir parçasını (05.11.1979) yitirdim.
12 Eylül 1980 yılında karşı devrimin bir kâbus gibi halklarımızın üzerine çöreklenip devrimi boğmakta karar kıldığını yine Diyarbakır’da öğrendim.
Darbe yılında bir genç için dönüm noktası denilebilecek önemde üniversite hayatına Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nde başladım.
Devrimin yakıcı ateşini, gençlik heyecanının en güzelini, üretmenin hazzını, bitmez tükenmez öğrenme arzusunu Diyarbakır’daki üniversite yıllarında yaşadım.
Kendimi gücümün doruklarında hissediyor, inanılmaz bir güven duygusu yaşıyordum.
İçerdeyken onu ne çok özledim.
Yıllar boyu onu hiç görmedim, içinde olduğum halde onu göremedim…
Karşı devrimin devrimi boğduğu gün
Kürt halkı yüzyıllık bir uykudan uyanmış, ulusal fikirlerle buluşmuş, modern fikirlerle aydınlanarak özgürlüğü için ayağa kalkmıştı.
Ama toydu, kitlesel desteğe sahip olsa bile ciddi bir mücadele için gerekli donanımdan yoksundu. Büyük kapışmalara hazır değildi henüz. Ama bu hali bile düşmanı ürkütmüş, onu ön almaya zorlamıştı. Düşmana göre Kürt halkı dünyadaki bağlaşıkları sayesinde bir sabah ayağa kalkıp zincirlerini kopartabilirdi.
Bu nedenle kanlı bir darbe gerçekleştirildi Kürt halkına ve öteki muhalif güçlere karşı.
Kürdistan bir açık cezaevine dönüştürüldü. Kürt yurtseverlerine karşı ardı arkası gelmeyen sürek avları başlatıldı. Mücadelenin diri ve öncü kadrolarının tümü zindanlara sokuldu. Sonra operasyonların kapsamı genişletilerek neredeyse bütün Kürtler kapsama alanına alındı.
12 Eylül darbecileri bu kez Kürt davasının üzerine kalın bir beton dökmeye karar vermişlerdi. Diyarbakır Cezaevi bunun için pilot bölge olarak seçildi. Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde zamana yayılmış bir soykırım politikası devreye sokuldu.
Yıllar yılı devam eden işkenceler, insanlık dışı uygulamalar, hunharca katliamlar, eşi menendi görülmemiş aşağılamalar uygulandı Kürt yurtseverlerine karşı. Kürdistan bir mezar sessizliğine boğuldu.
Tutuklanmayanlar ya da operasyonlardan sağ kurtulanlar soluğu yurtdışında aldı. Onlar dışarda soluklanacak, belirli hazırlıklardan sonra yurda dönerek mücadeleyi daha üst düzeyde yeniden başlatacaklardı. Zaman uzadıkça geri dönüş tavsadı.
1975-1980 arası dönem bir Kürt baharıydı. Otlar yeşerdi, ağaçlar çiçek açtı. Hayat şenlendi. Doğa doğuma durdu. Ancak erken gelen 12 Eylül darbesi bir dolu fırtınası gibi bu bahara dair her şeyin üstünü bir kalın buz tabakası gibi örttü. Çiçekler soldu, yapraklar döküldü, otlar sarardı. Kürdistan ve Türkiye uzun sürecek dondurucu bir kış mevsimin etkisini altına girdi.
PKK’nin 1984 yılında başlattığı silahlı mücadele askeri darbeden sonra ikinci bir kırılmaya yol açtı. Ve o tarihten bu yana Kürt siyasetinde oluşan yeni denklem ulusal demokratik Kürt hareketinin belini doğrultmasını zorlaştırdı.
Kuzey Kürdistan’da ulusal mücadele üçüncü darbeyi sosyalist sistemin yıkılmasından sonra aldı. Çünkü 1980 öncesi Kürt hareketi sosyalist bir eksende boy vermiş, ideolojik gıdasını sosyalizmden alıyordu. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve sosyalist sistemin dağılması ile birlikte dönemin Kürt hareketi ideolojik olarak büyük bir boşluğa düştü ve önemli bir moral kaybı yaşadı.
Bugün yakıcı bir görev, 12 Eylül darbesiyle başlayan kırılma ve gerilemeyi durdurmak ve süreci süreci tersine çevirmektir.
Özgürlük mücadelesi uzun soluklu bir maraton gibidir. Meydan muharebeleri kaybedilir ama savaş devam eder. 05.10.2013
*Bu yazı Ramon Kahraman’ın 78 Kuşağının Şen Çocukları (2018 J&J Yayınları Diyarbekir) kitabında yayınlandı.
Deng Dergisi, sayı:125