Depremi felakete dönüştüren siyasal zihniyettir
Maraş
depremini bir toplumsal faciaya dönüştüren faktörlerden biri de hiç kuşkusuz
bütün kurumların çökmesine yol açan, aşırı merkeziyetçi, otoriter tek adam
rejimidir.
Bayram
Bozyel
İnsanlık yıllar önce bilimsel gelişmeler ve toplumsal deneyim ve
planlamalar sayesinde deprem gibi doğal olayları felaket olmaktan çıkartarak
kontrol altına aldı.
Türkiye’de ise çarpık ekonomik büyüme ve kentleşmenin insanı hiçe sayan
siyasal zihniyetle birleşmesi, deprem gibi doğal olayların yıkıcı etkisini
felaket boyutlarına ulaştırdı.
6 Şubat Maraş merkezli yaşanan ve 10 ilde 14 milyon insanın hayatını altüst
eden depremde olduğu gibi… Resmi verilere göre Maraş depreminde şimdiye kadar
yaşamını yitirenlerin sayısı 45 bini geçmiş, yüz binlerce insan yaralanmış,
milyonlarca insan evsiz barksız kalmıştır. Gerçek can kayıpları ve maddi hasar
hiç şüphesiz çok daha yüksektir.
6 Şubat’ta Maraş’ta gerçekleşen depremin sonuçlarını doğal bir felaket
olarak tanımlamak gerçeği ters yüz etmenin ötesinde kocaman bir
vicdansızlıktır. Gerçek olan doğal bir deprem felaketi değil, Türkiye’deki
açgözlü ve vahşi ekonomik siyasal sistem ile onun ürünü olan çarpık
kentleşmenin yol açtığı bir toplumsal kıyımdır.
Maraş depreminin dördüncü gününde bir grup arkadaşımla depremin en çok
vurduğu Adıyaman, Maraş, Hatay ve ilçelerindeydim. Karşımdaki tablo Suriye iç
savaşında rejim uçaklarıyla delik deşik edilip viraneye dönmüş Halep kentinin
korkunç görüntülerinden farksızdı. 6 Şubat depreminde yaşanan yıkımın ardından
harika bir kültürel miras ve mimari dokuya sahip Adıyaman ve Hatay gibi o
güzelim kentler yok artık. Adıyaman ve Hatay’da karşılaştıklarımızın kıyamet
sahnelerinden aşağı kalır yanı yoktu. Yıkıntıların yol açtığı toz duman bulutu
içine gömülmüş enkazlar, enkaz altındaki yakınlarının giderek azalan
iniltilerini umutsuzca bekleyen acı dolu çaresiz insanlar, yıkılan bina
molozlarının doldurup kapattığı sokaklar, kurtarmak için hiçbir müdahalenin
yapılmadığı koca enkazlar…
Aradan günler geçtiği halde AFAD’ın ya da hiçbir resmi yardım ve kurtarma
ekibinin ulaşmadığı yüzlerce köye ilişkin o kadar çok yakınma duyduk ki…
Yardım ve kurtarma ekiplerinin yokluğundan dolayı günlerce enkaz altında
yakınlarının ölümünü izlemekten yürekleri kurumuş insanların hikâyelerini
içimiz burkularak dinledik.
Ve depremin yıkıp yok ettiği kentlerden can havliyle kaçışan yüzbinlerin
oluşturduğu konvoylara tanık olduk.
1975 yılındaki Lice depreminde ailesinden 8 insanı kaybetmiş biri olarak
Adıyaman, Maraş, Hatay ve ilçelerinde karşılaştığım ve tanık olduklarımın
etkisini tarif etmem zor.
ÇIKAR GÜDÜSÜNÜN AHLAK DUYGUSUNU YOK ETTİĞİ SİSTEM
Türkiye’nin deprem kuşağı üzerinde olan bir ülke olduğu biliniyor. Burada
depremin olmadığı bir yıl yok. Her depremde yüzlerce bina yıkılıyor ve on
binlerce insan enkazlar altında can veriyor. Her deprem felaketinden sonra
yükselen toplumsal duyarlılığa bağlı olarak hararetli tartışmalar yaşanıyor,
depreme karşı alınması gereken tedbirlere ilişkin bolca söylevler çekiliyor,
toplumsal tepkileri yatıştırmak adına birkaç müteahhit tutuklanıyor… Ve
sonra hiçbir şey yaşanmamış gibi hayat hızla rutine dönüyor, bir sonraki
felakete kadar…
Çünkü Türkiye, birkaç çıkar grubunun; müteahhit, siyasetçi ve bürokratın
koalisyonu tarafından yönetilen bir ülke. İnsanın sağlığı ve yaşam
güvencesi en son düşünülen konular. Açgözlü, kestirmeden büyümeci, kamunun
malını çalmayı mubah sayan örgütlü bir suç hiyerarşisinden söz ediyoruz.
Türkiye’de bilimsel gelişmelerden rantiyeci ve egemen sınıfın kârını artırmak
için faydalanılır, halkın yaşam kalitesini artırmak ya da depreme dayanıklı
binalar kurmak için değil.
Deprem için alınan vergiler, içi boşaltılan devlet hazinesinin açıklarını
kapatmakta kullanılır, depreme dayanıklı kentler kurmak için değil.
Bina yapımında başvurulması gereken yönetmelik ve düzenlemeler günü
kurtarmak için vardır, uygulanmak için değil.
Başka bir ifade ile Türkiye’de siyasal sistem insanı değil, bir avuç çıkar
grubunu nasıl daha çok zenginleştiririm ilkesine göre kurgulanmıştır. Coğrafyanın
doğal yapısına uygun, bilimsel verilerin öngördüğü planlamayı değil, rantı ve
kayırmacılığı rehber edinmiştir. Bu çerçevede beton bloklarından oluşmuş,
nefesin ve yeşilin kuruduğu yığma kentleşme furyası başını alıp gitmiştir.
6 Şubat Maraş depremi, yıkılmış kentlerin enkazları üzerinden yeni toplu
konutlar inşa fırsatını önlerine çıkardığı için, kim bilir şimdi ne çok inşaat
şirketi, sermaye grubu ve siyaset erbabının iştahını kabartmıştır.
DEMOKRASİ CAN KURTARIR, MERKEZİYETÇİ VE
TEKÇİ REJİMLER ÖLDÜRÜR
Bir ülkede güçlü bir demokrasi yerleşmişse, denge ve denetleme
mekanizmaları çalışıyorsa ülkenin kaynakları har vurup harman savrulmaz.
Toplumdan alınan vergiler amaç dışı kullanılmaz, her türlü siyasi ve idari
tasarrufta halkın katılımı ve çıkarları öne alınır. Ülkenin bütçesi halkın
hizmetine sunulur, rantiyeci çıkar gruplarına peşkeş çekilmez.
Basının özgürce faaliyette bulunduğu, aydınların eleştiri hakkını serbestçe
kullandığı, sivil toplumun denetleme işlevini yerine getirdiği, parlamentonun işlevsel
olduğu bir ülkede böylesine çarpık kentler ve binalar inşa edilmez ve olası bir
deprem riski Türkiye’de olduğu gibi toplu bir katliama dönüşmez. Çünkü
demokrasi insanı esas alır, çünkü demokrasinin bir ahlakı vardır. Demokrasi can
kurtarır.
Maraş depremini bir toplumsal faciaya dönüştüren faktörlerden biri de hiç
kuşkusuz aşırı merkeziyetçi, otoriter ve mevcut tek adam rejimidir. 2018
yılından itibaren devreye giren tek adam rejimi Türkiye’deki bütün kurumların
çökmesine yol açmıştır. Kurumlar hem insiyatifsiz hem de işlevsiz hale
getirilmiştir. Böyle olduğu için 10 ili kapsayan bir alanda gerçekleşen deprem
felaketi karşısında devlet, bütün kurumlarıyla felç olmuştur. Devletin
kurumsal yapısının çöküşü, felaket anında tam bir karmaşa ve kaosa yol açmış,
böylece depremin yıkıcı boyutlarını kat be kat arttırmıştır.
Devletin kurumsal işleyişi felç olduğu gibi yerel yönetimlerin ve sivil
toplumun da inisiyatif kullanmasına izin verilmemiş ve sivil toplumun yardım ve
kurtarma çabaları, birçok can kurtarabilecek iken, sonuçsuz bırakılmıştır.
BİR KEZ DAHA KÜRT MESELESİNİ DÜŞÜNMEK
Türkiye’deki mevcut sistemin Kürt karşıtlığı üzerine kurulduğunu yıllardır
söylüyoruz. Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri bir kere “beka sorunu"
olarak kodlanınca, ülkenin bütün kaynak ve enerjisi bu sorunu bastırmak için
seferber edilmiştir.
Türkiye’de siyasal denklemin Kürt karşıtlığı üzerine inşa edilmesi bütün
mali ve insan kaynaklarının sorunu çözeceği varsayılan savaş ve şiddet
aygıtlarına harcanmasına yol açmıştır. Oysa yüz yıldır savaşa aktarılan
kaynaklarla Türkiye’nin bütün kentleri yeni baştan ve depreme dayanıklı bir
biçimde pekâlâ inşa edilebilirdi.
Türkiye’nin bilgi ve bilimsel birikimi savaşta üstünlük sağlamayı amaçlayan
silahlara değil, olası felaketlerin riskini minimize eden teknolojik
araştırmalara aktarılabilirdi.
Süregiden savaş hali nedeniyle sürekli hareket ve teyakkuzda bulundurulan
milyonlarca genç nüfusun enerjisi ülkenin kalkınması ve güvenli kentlerin
inşası için seferber edilebilirdi.
Aklın, bilimin ve hukukun yolundan sapmakla Türkiye (Kürdü ve Türküyle
birlikte) iki kez kaybetti.
İlkin, on yıllardır süregiden gereksiz bir savaşta binlerce insanını ve dev
maddi kaynaklarını yitirerek.
İkincisinde, savaşa harcadıklarını insana ve onun güvenliğine yatırmayarak
son Maraş depreminde olduğu gibi on binlerce insanının çürük binaların
enkazları altında can vermesine yol açarak...
O halde deprem musibetini hep birlikte yeni bir milada çeviremez miyiz?
Kürt meselesini eşitlik ve hakkaniyet ilkesi temelinde çözersek hem on
binlerce insanımızı yaşatmış, hem de bin bir emekle sahip olduğumuz
varlıklarımızı kaybetmemiş oluruz.
Gazete Duvar